Bir biçiminin muğlaklığının tasviri(*)

Sana bir üslûp önermem gerektiğini düşündüğüm şu anda, aslında belki de senin gibi, ben de bir üslûbu olan şeyin baskıcılığından şikâyet ediyor, kalıplara doğru genişlemiş ya da belirli bir kalıp düşüncesinin içinde yoğuşmuş ya da dağılmış olan Yaşam’ın kendisini düşünüyorum. Yazma etkinliğinin düşünce ile düşünceden öte sezişle, sezgiden önce diğerlerinin yazdıkları ile olan bağlantısı, beni sana böyle ufak uyarılar yapmaya itiyor.

Bu herhangi bir şey üzerine değil. Bir öncesi yok ve bir örneği de yok. Sadece bazı ön ek denemelerinin kâğıda aktarılması; bir biçiminin muğlaklığının tasviri.

Yazmaya, kendi adına yazmaya başladığın andan itibaren –yazdığın bunca şeye göz attığında- klasik anlamda “anlamı” ortaya koyamadığını, yazdığın şey ile yazmaya yeltendiğin şeyin açıklığının (o bellek yarığı ve gösterge sistemindeki uçurumlar gibi) hep arttığını ve bunu kelimenin, cümle kurmanın, aslında konuşmanın bir hatası olduğunu düşündüğünü biliyorum. Madem dile gelemiyor, dişlerimin arasında vızıldayacak, neden “diş, dil ve gelmek”le anlatamıyorum onu? Bunu içinden söylediğinde tüm boşlukları doldurulmuş yap-bozu tamamlıyorsun içinde. Yazı, özünde şiir, belki de –benim biraz yaşlanırken fark etmeye başladığım gibi- tutarsız bir sözlük çalışmasıdır bu yüzden ileriye dönük değil, geçmişe, geçmişin kendisinin ürünleşmiş bir temsiline –o matbaa makinasının etrafındaki kalıplar, harfler, dizgi araçları dahil- ihtiyaç duyar (ben bunu yıkmaya geldim). Her harf, her kelime, Mutlak’ın içinden koparılmış ama içsizleşmiş, basitleşmiş bir “şey”in yerine geçer. Bir ses ile bir sessizlik arasında mutekabiliyet (-ebilme yüzünden bu kelimeyi seçiyorum) ilişkisi kurulabilir. En eksiğinden bir ilişkidir bu. Çocukluk anılarınla ilgili kurduğun her cümlenin aslında şimdi’nin dilini genleştirmesi/darlaştırması gibi, gelecekle ilgili söylediğin her şey de Şimdi’nin bir temsilinden (Şimdi karşısındaki senden) başka bir şey değildir. Bu tıpkı “dudak”larından bahsederken, diğer tüm dudakları kastetmemeni fark etmen gibidir. Dudak, tekil (tek, unique, biricik) ile tikel arasındaki bağı iki taraflı bozar. Senin dudakların kelime için şeydirler ve onların tadını ve sıcaklığını anlatabilmek için dudak’larından fazlasına ihtiyacım vardır ve o fazlayı sağlayan, onun ipuçlarını veren her kelime, her im, her imge, her ek yine beni, özünde dudaklarınla baş başa bırakacaktır. Ondan hiç bir şey eksiltemediği gibi, ona katacak şeyi de yoktur şiirlerimin. Burada çetrefilleşen, belki de sinüs ya da kosinüs dalgaları gibi iki eksene de kimi zamanlarda yakınlaşan bir eğriden –dilin kendisinden, ifade etmenin, kast etmenin ve bu iki değişkenli karmaşık ve uzun işlemin sonuçlarından- bahsediyorum. Bu eğri fikri, cümlelerini, dizelerini kurarken, şimdilik sana zûl gibi gelse de, zamanla seni “sınırlarını hiç umursamadan” gönlünce yazmaya alıştıracaktır. “uçsuz bucaksız bir azınlık” dizesinde yer alan budur.  “kıt saçılmış bir bereketten” (Mallarmé) dizelerinde yer alan bunlardır. Bunlar şiirin “mükemmel dil” ve “mükemmel kasıt” ilişkilerinin en berrak şekilleridir. “ısırılmıyor elma ile / elmadaki diş izi” (Eliot) ya da “meyvelerin vaadi çiçeklerinkini geçecekti” (Hegel) böyledir. Burada hissettiğin ama asla “gösterilemeyecek” dil içre kalmış bir yan vardır. Bu içrelik senin kaderindir. Senin kurtuluşun dil’i böyle evirebilmen geçmekte. Kelime haznen gelişecek, kelime haznenden ziyade, “kasıt”ların gelişecek. Şeylerle ile kelimeler arasındaki bağı, doğrudan kuramadığını anladığında, fantezinin kelimelerinin değil, fantezinin nesnelerinin ve mekânlarının seni deli ettiğini ve haz alma eşiğini geliştiren şeyin “seni hayrete düşüren” basitliği ve direk kuruluşu ile hayrete düşüren “sahne”nin öğeleri olduğunu anlayacaksın belki de. Dilimiz de tıpkı evimiz gibi (tepedeki evimiz gibi) kendine doğru giden tüm dolaysız yolları engeller. Gerçekten saf bir dil olduğuna inanmamayacağımız gibi, dilin aramızdaki en büyük engel olduğunu düşünüyorsun (Gerçi Cioran’a göre eğer konuşma olmasaydı, kimse güvende olmazdı, niyetlerimizin sırtlandığıdır o). Dil aramıza girmiş bir şeytandır, ikimizin arasındaki şeytan belki de. Kelimeler ve birleştirilmemiş uçları ile “her yerinden eksik” belleğin karşısında, yazacağın metnin tamlığı için bu uğraş. “Zaman içinde / Zamanı fark ederiz” diyor Eliot (Eliot’ı ciddiye alabiliriz, en azından çocukluğumuzla bugünkü acılarımıza giden yolda, tatlı bir vadiyi bize açtığı için).

Son söz ve örnek olarak: Öpüşme kelimesi ve eylemi dışarıda bıraktığı acının tehdidi ve öpüşenlerin dilsizleşmesine onlar dışında kalanların (dışında bırakmaktan büyük zevk aldıklarımızın) “hınç”ları ile açıklanabilir ancak. Acı ile hâlelenmemiş hiçbir öpüşmemiz olmadığı gibi, neşe(si)ni şiirden geçiremeye kıyabileceğin hiçbir ânın olmaması dileği ile…

(* 2004)