Na-mevcudiyet

Yazı yazmaya, çeşitli dergilerde görünmeye, şair olarak tanınmaya (her ne kadar bundan pek hoşlanmasam da) uzun zaman önce başladım. Şairliği bir persona, bir mizaç meselesi falan olarak görmedim. Bizden önceki kuşaklar gibi de şiirden bahsederken bahsedilen şeyler için şiiri kurban etmedim. Öykü yazdım fakat bunda başarılı olamadım. İlginçtir, öykücülüğün ya da anlatı yazarlığının bir şekilde sürdürülebilir bir tarafı yokmuş gibi geldi bana. Okumaya devam et “Na-mevcudiyet”

YAŞAM YAŞAMIYOR MU?

Mutat Vaska, kalan son parasıyla, alabileceği en kötü kahve ile birlikte, elinde poşetlerle, alamadığı şeylere biraz üzülerek, evine doğru yola çıktı. Sırf iki üç dakika daha fazla konuşabilmek için lafı uzattı da uzattı markette. Gereksiz sorularla kasiyerin canına okudu ve bu da onun renksiz hayatının en eğlenceli kısmı olmaya başladı son birkaç aydır. İşten atılmasından bu yana ne yapsa para kazanamıyordu. Pek arkadaşı yoktu, oturduğu ev öyle misafir davet edilecek bir ev değildi ve tek odası olan köhne bir evde, kitapları ile birlikte mutsuz ama sakin bir aydan sonra, çıldırmaya başlamıştı. Yani sıradan bir gün sonunda, sıradan yolculuğunu, çok sıradan bir şekilde kapısını açarak bitirdi ve içeri girdi.

Kahve ve diğer şeyleri poşetlerden çıkardı, raflara baktı sonra poşetten çıkanlara baktı. Beyaz naylon poşetin ağız kısmından giren yağmura bir önlem almadığı için –mesela torbanın ucunu sıkıcı tutmak gibi- ekmek ıslanmış ve gazete de buruşacak kadar su almıştı. Gazeteyi sobanın üzerine bıraktı, ekmeği de yanına koydu ve buz gibi odanın bir kenarına gidip, az önce çıkardığı paltosunun cebinden sigarasını ve çakmağını aldı. Portakal kabuklarını sobanın üzerinden almadı, çünkü odanın bu kadar güzel kokmasını sağlayan şeyler, onların –tıpkı ananesinin çocukken yaptığı gibi- soba harıl harıl yanarken kavrulmasıydı. Demir ve çirkin sobanın kapağını açtı. İçeriden gelen soğuk kurum kokusunu içine çekti ve kağıt parçalarını çakmağı ile tutuşturup küçük kapaktan içeri bıraktı. Sonra da sobanın yanında duran benzin dolu şişeyi eline aldı. Kağıtlar harlanarak içeride büyük kömür kütlelerinin kara yüzlerini yalarken, birden dökülen benzinle harlandı ve alevler kömürlerin yüzeylerine hücum etmeden önce, küçük kapaktan dışarı başlarını çıkartıp, sonra da birden kayboldular. İki ya da üç saat içinde içerisi ancak ısınabilmiş, yağmur da soğukla birleşip, içerisinin sıcak olduğunu göstermek istercesine Vaska’nın küçük odasının camlarını buğulandırmıştı.

Mutat Vaska, gazeteyi aldı, üzerinde küçük mavi işlemelerin ve abartılmış büyük gül resimlerinin olduğu ve evine hiç yakışmayan koltuğa oturdu –evi elli metre kare kadardı ve bütün duvarları eskimiş, solmuş şampanya rengi duvar kağıtları ile kaplanmıştı. Sigarasını içmeye başladı. Sıkıcı geçen gün hakkında gazetelerden alabileceği tuhaf ve yeni bir şeyler varmış gibi sayfalara göz attı. Soba arada tütüyor ve Vaska durmadan aklından “künk” lafını geçiriyordu. Kalkmakta olan bir tren gibi sesler çıkartan sobanın olduğu tarafa kafasını çevirdi. Soba sanki boğulmak üzere olan bir adam gibi öğürerek tıslıyordu. Az sonra -son bir “pof” sesinden sonra yani- duruldu ve tekrar sıradan ısıtma işlemini yerine getirmeye başladı. Mutat Vaska, çok aç olduğunu fark etti. Ekmek, peynir, salam ve mayonezden oluşan nevalesini yemek için pek de sabırsız görünmüyordu. O yüzden paltosunu tekrar giydi ve evin sıcaklığının ne kadar iyi bir şey olduğunu aklından geçirip, ara sıra da “künk” diye içinden geçirerek kömürlüğe inmek üzere evden çıktı.

Kömürlüğe gitti. Kilidi açtı, içerideki böceklerin etrafa kaçışmalarını izledi. Geçen kış istiflediği ucuz belediye kömürlerinin bu kış ne kadar yeteceğini düşünmedi bile ve ufak, yıpranmış ve kapkara olmuş bez çuvalına doldurabildiği kadar kömür doldurdu, yere dökülen parçaları paltosunun ceplerine yerleştirdi ve kömürlüğün kapısını kilitleyip, bahçenin içinden ıslanarak geçip, sığınak olarak kullanılabilecek ve su deposunun da bulunduğu kapıcı dairesinden hızla ilerleyip –küçüklüğünden beri bu tür yerleri hiç sevmezdi- kucağındaki çuvalla birlikte tekrar kapıyı açıp, içeri girdi. İçerisi daha da ısınmıştı ve ekmeği sobanın üzerinden almayı unuttuğundan, portakal kabukları ile birlikte kavrulmuş buldu onu. Kara somun altı zift gibi olmuş şekilde duruyordu.

Çuvalı yere bıraktı, ekmeği aldı ve pencere kenarındaki masanın üzerine attı, ekmek oldukça sıcaktı. Masa örtüsü mavi-beyaz kareli parlak bir kumaştandı ve örtünün masanın ayaklarına doğru biçimsiz şekilde sarkan dantel kısmı kirden görünmüyordu. En azından işlemelerindeki el emeği konusunda hiçbir fikre ve parlak yoruma kapı açmayacak kadar pislenmişlerdi. Paltosunu çıkardı, kömürlüğün anahtarlarını mutfak kapısının yanında duran mini buzdolabının üzerine koydu, dolabın kapağını açtı, peyniri –kötü kokuyordu, ekşimişti- ve salamı aldı. Mayonez, bugün aldığı kahve kavanozu ile birlikte lavabonun kenarında duruyordu. Kavanozlardan beyaz olanını aldı ve ayağı ile mini buzdolabının kapağını kapatarak içeri geçti. Bıçağı unutmuştu, tekrar holden geçerek –ki bu dar holde mutfak kapısından başka bir de küçük alafranga tuvalete açılan bir kapı daha vardı- soldaki mutfağa tekrar girdi, az önce yere düşürdüğü beyaz poşeti küçük beyaz çöp kutusunun içine attı. Temiz bıçaklardan birini çekmecelerden birinden aldı –üç çekmece vardı, alt alta, sonra iki büyük dolap, çok küçük mutfağın içinde bir duvarı bunlar dolduruyor, diğer duvar ise buzdolabı ve küçük bir çöp kutusunu önünde tutuyordu- tekrar içeri geçti. Masaya oturdu, sıcak sobanın kömürleri tüketerek ürettiği ısının camlara olan görünmez yolculuğunu düşünerek ekmeği kesti, peyniri kesti, dilimlenmiş salamları ve mayonezi kullanarak kendine güzel bir ziyafet çekti. Ekmeğinden ilk ısırığı aldıktan sonra pencereye baktı, göğün griliğinde gözlerini dinlendirdi ve çay yapmak için masadan tekrar kalktı, ekmek parçaları –en azından pantolonuna yapışmayanlar- yere döküldü ve çaydanlığı getirip sobanın üzerine koydu. Mutfaktaki küçük pencerenin yanında duran çaydanlık, soğuktaki mağrur duruşunu soba üzerinde ufak çiğ parçalarına çevirirken, cazır cuzur sesler içinde ısınmaya başlarken, Vaska, ekmeğini bitirdi ve derin bir nefes alıp, arkasına yaslandı. Masanın üzerindeki ekmek kırıkları ve peynir parçalarını bir elini süpürge gibi yaparak, masanın kenarına dayadığı diğer elinin avucuna doğru sürükledi. Masa örtüsünün kirini fark etti ve elindekileri ağzına götürdü. Yere düşen parçalara aldırmadan ayağa kalktı, üzerini silkeledi. Tekrar güllü koltuğuna oturdu ve bir sigara yakmadan önce gazeteye tekrar göz attı. Mutfaktan çay bardağı getirdi, koltuğunun önünde duran ve gazetelik olarak kullandığı taburemsi şeyin üzerine koydu, kül tablasını kenara doğru itti, küçük radyosunu açtı, kanallardan her gün dinlediği bir tanesini tekrar bulmaya çalıştı (Beethoven çalan herhangi bir kanal işte), şeker kavanozunu mutfaktan getirdi, sigara paketini karşısında duran duvara yaslanmış küçük çekyatının üzerine attı, içinden iki sigara aldıktan sonra. çaydanlığı sobanın üzerinden aldı, demine bakmadan bardağı sırf demle doldurdu. Süzgeci yoktu, şekerlikten iki kesme şeker aldı ve bardağa attı. Sobası yanıyor, dışarıda yağmur türlü oyunlarla camda, eski arkadaşlarının yüzlerine benzeyen şekiller çizip, çocukluğunun sokaklarına benzeyen uçsuz bucaksız yollar oluşturuyordu. Sonra hepsi rüzgarın ters yönlerden gelen üfürmeleri ile siliniyor, buğudan görünebildiği kadar, evinin karşısındaki hastanenin soluk, gri duvarlarını ve azıcık da olsa, caddenin ışıklı ve ıslak görünüsünü sunuyordu ona. Çay bardağını eline aldı, radyodan yayılan sesleri dinledi, uğultular arasında bu yaşadığının, yani bu anın ve bu evin harikalığına gölge düşürecek en ufak kötü fikri bile bir an aklına getirmeden, sessizce sigarasını içmeye devam etti. Gazetedeki haberleri, işsizliği ya da ailesinden uzakta olmasını bile aklına getirmedi o an için. Sadece arada bir künk lafını düşünüyor, dirsek ya da baca gibi kelimelerle birlikte onları birkaç cümle içinde kullanıyordu. Karşı duvarda, çekyatının üzerindeki bölümde yer alan kütüphanesinin raflarındaki kitaplara baktı. Sözlükleri dizdiği rafı aradı ve hemen buldu gözleri. Sonra her şeyden vazgeçti. Kalkıp sobaya birkaç kömür parçası attı paltosunun cebinden çıkarıp. Odasının içinde yürüdü, pencereden baktı, radyonun kanallarını karıştırdı. Çekyatına gitti ve uzandı. Elini yastık gibi başının arkasına yerleştirdi, sigarasından derin bir nefes çekti, kıçının altında kalan sigara paketini son bir hamle ile aşağı, küçük halısının üzerine attı ve gözlerini kapattı. Yağmurun camlara çarpa çarpa çıkardığı sesler ile radyodan bıkmadan usanmadan gelen keman seslerini dinledi. Bu nasıl bir hayattı? Bu ne acayip bir varoluştu ki, bütün bu insanlar –kasiyer, dolmuştaki insanlar, köprülerdeki insanlar, alışveriş yapan çocuklar, ananesi, hepsi- şimdi ona o kadar sıcak, o kadar içten ve o kadar mutlu geliyordu ki. Belki de amaçlarının, Mutat Vaska olarak kendi amaçlarının bir yerlerinde bu insanların, bu şehrin insanlarının çıkarla uzaktan yakından ilişkisi olmadığı ve hepsinin de insanoğulları olarak çaresiz ama mutlu, ölümlü ama mutlu, ölmek üzere ama mutlu olarak, sadece bu şekilde, biraz uzak da olsa bu şekilde tıpkı yağmur damlalarının pencereye teklifsizce ve amaçsızca çarpıp birbirlerine karşıması gibi…

(*) 2004, Öyküler / Mutat Vaska diye bir başlığı var dosyanın.

NAKLİYESİ MÜMKÜN OLMAYAN ŞEYLER

Eşyalarımızın yer değiştirirken yanımızda olacağını bilmek ancak Krallara, Mısırlılara özgü bir perspektif, bir ulviyet kurgusu ister. Dünyanın mümkünlerinin tükenmesi nesne ile kelime, kelime ile biz arasındaki bağı zedelemekte. İnce ayarlı sözlükler, artık ifade edilecek şeyi kalmadığından “namevcutlaştırılmış” “mücerretleştirilmiş” bir dil’in o kara kuru nesneleri, eşyaları, kapı kaçağı, ihtişamından yekûn olarak hesapsızca kaybetmiş kral odalarını simgeler. Dünyanın yüzüne yayılmış ve her denkin yavaş yavaş azalttığı orjinallik, tıpkı sanat eserinin adileşmesi, sefihleşmesi ve avamlaşması gibi kelimeleri – o el değmemiş sandığımız olasılıkları- de tüketir. Müzelerimizde gördüğümüz bunca alelade şey, toplandıkları anın ve Dünyanın görüntüsünün, gündelik yaşamın telaşlarını değil, kopmakta olan fırtınadan son anda kurtarıldıkları hissi ile gözlerimizi kamaştırır (onlar sığınmış, müze de onları sığıntı olarak almıştır). Büyük Padişahların kitaplıkları, odaları bu zamanın içinde de aynı başıboşlukla görünürler gözümüze. Bağlamları olmadığı için gözlerimiz, onları bağlamın o iç çukuruna çeker, meydan okur onlara. Az sonra evde kullanacağımız yüksek teknoloji telefonun, ilk telefona olan afrası tafrası bizim dilimize pelesenk olur. Bilim-kurgu yazarının kendine vehmedemeyeceği bu böbürlenme, bizi “ilerlemiş” kılar.

(*) 2004

Bir biçiminin muğlaklığının tasviri(*)

Sana bir üslûp önermem gerektiğini düşündüğüm şu anda, aslında belki de senin gibi, ben de bir üslûbu olan şeyin baskıcılığından şikâyet ediyor, kalıplara doğru genişlemiş ya da belirli bir kalıp düşüncesinin içinde yoğuşmuş ya da dağılmış olan Yaşam’ın kendisini düşünüyorum. Yazma etkinliğinin düşünce ile düşünceden öte sezişle, sezgiden önce diğerlerinin yazdıkları ile olan bağlantısı, beni sana böyle ufak uyarılar yapmaya itiyor.

Bu herhangi bir şey üzerine değil. Bir öncesi yok ve bir örneği de yok. Sadece bazı ön ek denemelerinin kâğıda aktarılması; bir biçiminin muğlaklığının tasviri.

Yazmaya, kendi adına yazmaya başladığın andan itibaren –yazdığın bunca şeye göz attığında- klasik anlamda “anlamı” ortaya koyamadığını, yazdığın şey ile yazmaya yeltendiğin şeyin açıklığının (o bellek yarığı ve gösterge sistemindeki uçurumlar gibi) hep arttığını ve bunu kelimenin, cümle kurmanın, aslında konuşmanın bir hatası olduğunu düşündüğünü biliyorum. Madem dile gelemiyor, dişlerimin arasında vızıldayacak, neden “diş, dil ve gelmek”le anlatamıyorum onu? Bunu içinden söylediğinde tüm boşlukları doldurulmuş yap-bozu tamamlıyorsun içinde. Yazı, özünde şiir, belki de –benim biraz yaşlanırken fark etmeye başladığım gibi- tutarsız bir sözlük çalışmasıdır bu yüzden ileriye dönük değil, geçmişe, geçmişin kendisinin ürünleşmiş bir temsiline –o matbaa makinasının etrafındaki kalıplar, harfler, dizgi araçları dahil- ihtiyaç duyar (ben bunu yıkmaya geldim). Her harf, her kelime, Mutlak’ın içinden koparılmış ama içsizleşmiş, basitleşmiş bir “şey”in yerine geçer. Bir ses ile bir sessizlik arasında mutekabiliyet (-ebilme yüzünden bu kelimeyi seçiyorum) ilişkisi kurulabilir. En eksiğinden bir ilişkidir bu. Çocukluk anılarınla ilgili kurduğun her cümlenin aslında şimdi’nin dilini genleştirmesi/darlaştırması gibi, gelecekle ilgili söylediğin her şey de Şimdi’nin bir temsilinden (Şimdi karşısındaki senden) başka bir şey değildir. Bu tıpkı “dudak”larından bahsederken, diğer tüm dudakları kastetmemeni fark etmen gibidir. Dudak, tekil (tek, unique, biricik) ile tikel arasındaki bağı iki taraflı bozar. Senin dudakların kelime için şeydirler ve onların tadını ve sıcaklığını anlatabilmek için dudak’larından fazlasına ihtiyacım vardır ve o fazlayı sağlayan, onun ipuçlarını veren her kelime, her im, her imge, her ek yine beni, özünde dudaklarınla baş başa bırakacaktır. Ondan hiç bir şey eksiltemediği gibi, ona katacak şeyi de yoktur şiirlerimin. Burada çetrefilleşen, belki de sinüs ya da kosinüs dalgaları gibi iki eksene de kimi zamanlarda yakınlaşan bir eğriden –dilin kendisinden, ifade etmenin, kast etmenin ve bu iki değişkenli karmaşık ve uzun işlemin sonuçlarından- bahsediyorum. Bu eğri fikri, cümlelerini, dizelerini kurarken, şimdilik sana zûl gibi gelse de, zamanla seni “sınırlarını hiç umursamadan” gönlünce yazmaya alıştıracaktır. “uçsuz bucaksız bir azınlık” dizesinde yer alan budur.  “kıt saçılmış bir bereketten” (Mallarmé) dizelerinde yer alan bunlardır. Bunlar şiirin “mükemmel dil” ve “mükemmel kasıt” ilişkilerinin en berrak şekilleridir. “ısırılmıyor elma ile / elmadaki diş izi” (Eliot) ya da “meyvelerin vaadi çiçeklerinkini geçecekti” (Hegel) böyledir. Burada hissettiğin ama asla “gösterilemeyecek” dil içre kalmış bir yan vardır. Bu içrelik senin kaderindir. Senin kurtuluşun dil’i böyle evirebilmen geçmekte. Kelime haznen gelişecek, kelime haznenden ziyade, “kasıt”ların gelişecek. Şeylerle ile kelimeler arasındaki bağı, doğrudan kuramadığını anladığında, fantezinin kelimelerinin değil, fantezinin nesnelerinin ve mekânlarının seni deli ettiğini ve haz alma eşiğini geliştiren şeyin “seni hayrete düşüren” basitliği ve direk kuruluşu ile hayrete düşüren “sahne”nin öğeleri olduğunu anlayacaksın belki de. Dilimiz de tıpkı evimiz gibi (tepedeki evimiz gibi) kendine doğru giden tüm dolaysız yolları engeller. Gerçekten saf bir dil olduğuna inanmamayacağımız gibi, dilin aramızdaki en büyük engel olduğunu düşünüyorsun (Gerçi Cioran’a göre eğer konuşma olmasaydı, kimse güvende olmazdı, niyetlerimizin sırtlandığıdır o). Dil aramıza girmiş bir şeytandır, ikimizin arasındaki şeytan belki de. Kelimeler ve birleştirilmemiş uçları ile “her yerinden eksik” belleğin karşısında, yazacağın metnin tamlığı için bu uğraş. “Zaman içinde / Zamanı fark ederiz” diyor Eliot (Eliot’ı ciddiye alabiliriz, en azından çocukluğumuzla bugünkü acılarımıza giden yolda, tatlı bir vadiyi bize açtığı için).

Son söz ve örnek olarak: Öpüşme kelimesi ve eylemi dışarıda bıraktığı acının tehdidi ve öpüşenlerin dilsizleşmesine onlar dışında kalanların (dışında bırakmaktan büyük zevk aldıklarımızın) “hınç”ları ile açıklanabilir ancak. Acı ile hâlelenmemiş hiçbir öpüşmemiz olmadığı gibi, neşe(si)ni şiirden geçiremeye kıyabileceğin hiçbir ânın olmaması dileği ile…

(* 2004)

HUZURSUZ RÜYAÇELEN(*)

Rüyamda, Ahmet Hamdi Tanpınar, elimden tutup, beni tuhaf ve saçma bir dekorla toparlanmış, nesnelerin yığıldığı, adını bilmediğim ve okuyamadığım markalarla bezenmiş eşyaların, gaz lambalarının, pikapların, şemsiyelerin, artık yinelene yinelene çürümüş devrim sloganlarının yapışık olduğu pankartların, aylaklık üzerine Osmanlıca yazılmış kitapların, cilt cilt, fersah fersah parşömenlerin, yazı masalarının ve kenarları bilerek kopartılmış gergeflerin ortasında yükselen Mümtaz’ın cesedinin yanına götürdü. Tanpınar, kimi zaman gençliğin şekline bürünüyor, kimi zaman elinde kara kedisi ile çektirdiği o fotoğraftaki halini alıyor, kimi zaman da bir kefen içinde dolaşıyordu etrafımda. Ona gülerek, gülümseyerek ve bazen tam da bir delinin gülümsemesi gibi garip, iç burkan bir tazelik ve canlılıkla, fıldır fıldır gözlerimle cevap veriyordum. İlgisini çekmedi. Mümtaz’ın cesedi bir avizenin kenarına asılmış, kalın, ne malı olduğunu bilmediğim bir ip ile sıkıcı tutturulmuştu. Spot ışıklarından birçoğu çoktan patlamış ve sıcaklığın kıpkırmızı yaptığı, akkor haldeki tek bir lamba yanıyordu. Onun altında durduğumuzda, hayal meyal hatırlamaya çalıştığım tüm o soru cevap faslını unutuverdim. Tanpınar tıpkı daha önceki düşlerimde yaptığı gibi ayakta durup, benimle rahatsız edici akıcılıktaki bir ses tonu ile konuşmaya başladı. Onu dinledim uzun süre. Bahsettikleri, kimi zaman sorularla kesiliyor, kimi zaman da “İkinci Dünya Savaşı bitti mi?” gibi tuhaf ve anlaşılmaz laflarla süsleniyordu. Mümtaz’ın cesedi, çürümüş, üzerinde gezen sinekler, karafatmalar, akrepler ve türlü haşaratla mutsuz görünüyordu. Gözlerinden birisi akmış, diğeri ise tamamen yok olmuştu. Sineklerin üzerinden eksik olmadığı bu leş kokulu et parçası, boyun kısmından geçen ipin kesmesi sonucunda neredeyse kasap dükkanlarında, kancaya asılmış bir but parçasını hatırlatıyordu. Tanpınar, kedisini seviyor, kefenine dolanıyor, gülümseyen yüzü ile sukût suikastından bahsediyor, Nuran’ı gerçek ismi ile çağırıyor ve tüm bunlara arkadan gelen, ama tüm sahneyi ve koltukları dolduran “Nigahın” şarkısının uzun ve kahredici uzun havası giriyordu. Tanpınar bazı zamanlar Mümtaz’ına yanına geliyor ve onun kulağına sanki yeni doğmuş bir bebeğin adını ilk kez söylüyormuş gibi uzun uzun şarkı söylüyor, bazı zamanlar, uzun havanın anlamsızlaşan sözlerini unutup sadece tuhaf sesler çıkarıyordu. Korkuyordum ve gözleri benden bir an bile uzaklaşmıyordu. Sahnenin ortasında Mümtaz’ın üzerine çarpan ışık huzmelerinin, ayaklarımın dibine oluşturduğu gölgenin şekilsiz karanlığına dalmaya hazırlanan küçük bir çocuk gibiydim.

Kapkara bir adam “Yaşaaaa” diye bağırdı. Ve müzik sustu.

Şimdi ne yapacaktık? Elinde kocaman bir yara vardı. Sanki büyük çivi yaraları gibi. Sonra avucunu kapattı ve gördüklerimden utanmış gibi ellerini arkasında kavuşturdu. Sanki sarhoşmuş gibi arada bir sallanıyor, sanki işkence yaptığı adamın ölmesinden pek mutlu olmuş gibi arada bir Mümtaz’ın cesedine vurup, onu sarsıyordu. Uzun hava arada bir kesiliyor, etrafı cızırtılı bir pikap dönmesi sesi kaplıyor, sonra başından değil, tam da ortasından ya da biraz daha erken bölümünden Nigahın tekrar başlıyordu. Mümtaz’ın artık sadece çürümüş ve kemikleri belli bedeni, sallandıkça kalın urgan geriliyor ve pikaptan çıkan seslerin arasına karışıyordu ve bir uzun hava gibi insanın içine işliyordu.

Sonra Tanpınar bulduğu bir sandalyeyi tam Mümtaz’ın ayaklarının -ki ayakları yerine birkaç kemik sallanıyordu- altına yerleştirdi.

Ne diyeceğimi bilemedim. Bir pipo çıkardı ve yaşlı kadınlar gibi ağır ağır öksürerek, kapana kısılmış bir fare gibi çabuk çabuk nefes vermeye başladı. Duman her yeri kaplıyor ve ben Mümtaz’ın cesedinin gölgesinin tam da önünde, kapkara tahtanın yüzeyine bakıyor, rüyalardaki çıkışların bunlara benzeyip benzemediğini düşünüyordum. Senli beni konuşmaya mı başlayacaktık? Şaşırmıştım. Sen kimdi? Ben miydim, yoksa Tanpınar’ın rüyasında mıydık? Ses tonu, yumuşaktı yumuşak olmasına, yine de korkuyordum.

“Sigara içsene” dedi, sanki yaltaklanmaya çalışan bir kapıcı ya da alt sınıftan bir memurun amiri karşısında aldığı o sünepe tavır içinde. Cebimden bir paket çıkardım ve yakmaya çalıştım. Sigara yanmıyordu. Sadece ucu alev alıyor, biraz duman çıkıyor, sonra da sönüyordu. Fark etmemiş gibi yaptı ve ben de sanki yanıyormuş gibi tüttürmeye başladım sigaramı. Mümtaz’ın kokusunu da almıyordum, eşyaların eski yüzlerinin çürümüş naftalinli ya da güveli kokularını. Tanpınar’ın piposundan çıkan duman da burnuma gelmiyordu. Her şey sabitti ve biz sadece 6 saniyelik bir rüya aralığının Zaman’ını kullanıyorduk. Pikaptan gelen ses, Mümtaz’ın bazen hızlı hızlı sallanması, gözüme çarpan Tanpınar’ın hızlı ve sanki kare atlayan hareketleri..herşey daha da karmaşıklaşıyordu. 6 saniyede bir her şey tekrar ama düzensiz bir şekilde karışıyor, sanki tuhaf bir el ya da yönetmen ya da kimse, rüyamın bütününü kesip, hemen orada montajlıyordu. Biraz sonra “İkinci Dünya Savaşı bitti mi?” dedi. Sonra hemen arkasından “Bunlar beni çok mu okuyor?”, piposunu yakarken Mümtaz sallandı. “Yaşaa” sesi bazen geliyor, bazense gelmiyordu. Duman bazen birden kesiliyor ve dekor tertemiz oluyordu. “Amasını boş ver lafı” kimi zaman “şimdilik”ten sonra geliyordu. Ama benim bildiğim kısım bu kadardı. Bazen tuhaf şeyler oluyordu. Ben rüyanın tümünü bilmiyordum ve bildiğim, görebildiğim bölüm sadece  sigaranın yanmadığını fark ettiğim bölüme kadardı. Bazen korkunç bir kare atlaması sırasında, Nuran’ın kesik bilekleri sahnenin kenarından giriyor, bazen İhsan Efendi ya da Behçet Bey’in birlikte rakı içmeleri “Nigahın” şarkısının ortasında beliriyordu. Bölük pörçük bir kurgu içinde bir yastık, bir kadının yüzüne kapanıyor, bir konak resmi ve kayıklar peşi sıra saliseler arasında gözümün önüne geliyordu. Tanpınar bu anların hiç birinde yaptığı işten ya da konuşmasının o noktasından vazgeçmiyor, bazen herşey kesilip normal akışı içinde gelişiyordu. Artık Nuran ve İhsan ve Behçet’ten de haberdardım. Ama onlar, rüyanın tümü içinde normal gidişata göre çıkmıyorlardı önüme. Ama her bitiş ve başlangıç arasında tam 6 saniye vardı. Saatim bile ilk anla altıncı saniye arasında gidip geliyordu. Mesela Tanpınar’la yürüyüşümüz ilk saniye ve altıncı saniyenin başında sahne tekrar bitiriyordu. Ben oturup izlemeye başladım. Tanpınar sanki sarsak ve pikabının iğnesi pislenmiş, durmadan takılan bir gramofon gibi cazırtılı sesi ile tüm söyleyeceklerini bölük pörçük söylüyor, Nuran, Behçet, Mümtaz’ın cesedinin sallanması kare kare ya da birden, gözün seçemeyeceği bir hızda olup bitiyordu. Sonra tekrar baştan, tekrar baştan.

Ama daha en korkuncunu görmemiştim. Bazen tuhaf bir şekilde, saniyeler arasında kendimi uyurken ya da rüyaya dalma sırasındaki halimle görüyordum. Bu herhalde uyanacağım falan dediğim anlardı. Ama Tanpınar beni uyuduktan kısa bir süre sonra buluyor ve hemen sahneye götürüyordu. Uyanmamla ilgili bir sahne yoktu. Defalarca oldu, defalarca, en ufak ayrıntıya baktım, hep uyuyordum ve hiç uyanmıyordum. Bir esneme, bir göz hareketi, gözlerimin açılması? Hiçbiri. Şimdi, anlıyorum ki, hâlâ önümden tüm rüyanın altı saniyelik parçaları geçerken, bu benim rüyam değil.

Kapkara bir adam “yaşa” dedi, silkinerek uyandım. Rüya’dan kalanlarla günün geri kalanını geçireceğim için mutsuz ve huzursuz olduğumu biliyorum. Fakat saadeti bir yük gibi taşırız ve bir gün farkında olmadan yolun bir ucunda, bir köşeye bırakıveririz. Nuran, yatağın diğer ucunda bir bebek gibi uyurken ona doğru sokuldum. Sıcacık teninin üzerinde parmaklarımı dolaştırmaya başladım ki, boynundaki mavi tülbentin artık iyice gevşemiş bağını çözüp, çekip aldım. Az sonra kafamda rüyanın akisleri ile Nuran’ı uğurlayacaktım bu konaktan. Ne de olsa Mümtaz’la Nuran’a özel bir evlilik hediyesi hazırlamam gerekiyordu. Zavallı Nuran! Acaba nasıl “şaşırmış” gibi yapacaktı? Geçen gece Macide’ye dediğim gibi “ben acele etmeğe mecburum. Sonra, acele etmek! Vakti olmayanlar acele ederler… herkes kendi zamanının şuuruyla doğar. Benim işim aceledir.”

Neymiş ben “fena rüya gören bir adama benziyormuşum”. Öyleydim evet, fena rüyalar, ıstıraplar, mahzunluklar ve ümitsizlik. Ama Mümtaz’ın anlamadığı şey “tehlike altında yaşamak”tı. Yataktan kalktım. Nuran’a kalkmasını söyledim. Konuşmadan kalktı. Somurtarak giyindi ve çıkıp gitti. Hediyeyi hazırlama vakti gelmişti.

(*) 2005 yılında yazdığım bir öykü. Bir jüriye ya da yarışmaya gönderilmek için hazırlanmış.